Sakine Yaylagül Kürecik Dumuklu doğumlu.
Sakine için yazılan bir mektup'ta hayatını ve mücadeleye katılış nedenlerini şöyle açıklıyor.
Sakine Zagros GECİKMİŞ YAZI
Bu gecikmiş ve yıllardır yazılmayı bekleyen bir yazı.
Hani her defasında bir şeyi yazmak için elinize kalem alırsınız da bir türlü
yazmak istediğinizi yazamazsınız ya. İşte öyle bir yazı. Benim yırtacak çok fazla
kağıdım olmadı yıllarca. Bu yazı için çok kağıt yırtmadım yani. Ama yüreğimde
ve beynimde nice sayfalar açıldı kapandı bu yazıya dair. Biliyorum yine
istediklerimi, hissettiklerimi, yaşadıklarımı ifade etmekte kifayetsiz kalacak
ama olsun. En azından bir başlangıç yapmam gerektiğini biliyorum. Çünkü Kürt
halkı o kadar çok değerli evladını kaybetti ki. Onları eksik de olsak
anlatmamak, uğruna yaşamlarını feda ettikleri halka yansıtmamak bence daha
ciddi bir eksiklik.
Siz hiç doğduğunuz gün bir canciğer arkadaşınızın şahadet haberini aldınız mı? Evet, ben aldım. Sevgili arkadaşım
Sakine'yi yirminci yaş günümde kaybettim. Eskiden de benim için özel bir anlam ifade etmeyen yaş günleri bu olayın ardından daha bir anlamsızlık taşımaya başladı hayatımda. Doğum günümü sevmezdim ama 13 yıldır daha da sevmiyorum. Hiç kutlanacak bir yan da bulmuyorum. Çünkü en yakın arkadaşlarımdan birini o gün kaybettim. 1994 yılının soğuk bir şubat günü buz gibi bir haberle öğrendim... Xezal (Sakine Yaylagül) arkadaş, Kars'ın Digor ilçesinde bir arkadaşla birlikte kahramanca direnerek şehit oldu. O anı kelimelerle anlatmam gerçekten çok güç. Yüreğimin tarifsiz bir acıyla sızlaması hatırımda sadece.
Sakine, hayatıma Kürdistan'dan okumak üzere ayrıldığım ve Edirne'ye gittiğim 89 yılında girdi. O da orada okuyordu. Onu öğrenci eylemlerinde tanıdım. Ama yakın arkadaşlığımız, 90 yılında başladı. Onunla bir pansiyonun aynı odasında kalıyorduk. Her şeyimiz ortaktı. Benden yaşça büyüktü ve daha uzun zamandır ailesinden uzakta yaşıyordu. Bu durum onu gayet güçlü kılmıştı. Bense memleketten ilk kez ayrılmış, bir başına kalmaya cesaret edemeyen bir yapıdaydım. Bu nedenle onu tanır tanımaz, kendimi yanında çok güvende hissetmiştim. Sakine, Malatya'lıydı. Kardeşi Ali Ekber de İstanbul Üniversitesinde öğrenciydi. Ailenin diğer bireyleri de devrimci-sol düşüncelerle içiçe oldukları için aile devlet baskısına maruz kalmıştı. Bu nedenle aileden gelen bir duyarlılıkları vardı. İki kardeş de çok emekçi, arkadaş canlısı, fedakar ve halkçı özelliklere sahiptiler.
Sakine ve ben çoğu kez, hafta sonlarımızı İstanbul'da Ali Ekber ve onun arkadaşlarıyla geçirirdik. Bizi en fazla birbirine bağlayan faktör, o yıllarda öğrenci gençlik içerisinde oldukça yaygınlaşan yurtseverlik düşüncesiydi. Tüm birlikteliklerimizi, bu konuyla ilgili tartışmalar ve geleceğe dönük mücadele hayalleriyle geçirirdik. Ama o zamanlar örgütle direk organik bağlantısı olanlar, polis takipleri ve illegal davranma gerekliliğinden dolayı açık vermemeye gayret ederlerdi. Her birimiz bir diğerinin örgüt bağlantısı olduğunu tahmin ederdik. Ama kimse kimseye bunu yansıtmazdı. İletişimin bu kadar gelişkin olmadığı, insanların bir örgütle ilgili materyallere ulaşmasının bir eylem gibi ele alındığı koşullardı tabi. Hatırlıyorum da, ilk Serxwebun gazetesini 90 yılında elime aldığımda, çantamda bir hazine taşıdığımı hissetmiştim.
Bu dönemlerde öğrenci gençlik içerisinde çok önemli aktiviteler vardı ve öğrenci gençlik dağlara akın akın yöneliyordu. Yurtsever gençlikle ilişkilenen her öğrenci, kendisini böyle bir amaca göre hazırlamaya çalışırdı. Ben, Sakine ve Ali Ekber de o zamanlar ayrı ayrı kanallar üzeri illegal arkadaşlarla ilişkilenmiştik. Ama hiçbirimizin diğerinden haberi yoktu. Birgün temizlik yaparken, evde yasak yayınların herbirinden üçer nüsha olduğunu farkettik. Bu durum çok tehlikeliydi. Evlere baskın olduğunda insanların sorgusuz sualsiz katledildikleri, hele hele ulusal davaya sempati duymanın en büyük suç olduğu bir dönemdi. Bu durum karşısında gençliğin verdiği toyluk ve heyecanla katıla katıla gülmüştük. O günkü ev temizliği hijyen sınırlarının dışına çıkmış ve yasak yayın temizliğine dönüşmüştü. Artık eğitimlerimizi toplu yapıyorduk. Ama kimse kimsenin illegal ilişkisini bilmiyordu.
Grup olarak hepimiz dağlara gitmeye kararlıydık. Sadece Sakine ile Ali Ekber arasında, kimin kimden önce gideceği konusunda bir anlaşmazlık vardı o kadar. Ali evin en küçük ve en sevilen kardeşiydi. Sakine Ali'ye o kadar bağlıydı ki, onun kendisinden önce gitmesine katlanamayacağını düşünüyordu. Ali de aynı duygularla ablasına yaklaşıyordu. Onları bu tartışmalarla başbaşa bıraktım ve 91 sonbaharında, Sakine adını alarak ilk önce ben gittim dağlara. Ama kesinlikle geleceklerini biliyordum. Çok geçmeden, 92 ilkbaharında Ali Ekber de geldi. Benim bulunduğum alana gelmişti. O da adını İstanbul'da polisle girdiği çatışmada şehit olan Koçgiri'nin yiğit evladı Cafer Demirel'den almıştı. Görüştüğümüzde tarifsiz bir sevinç yaşamıştım. Aklıma ilk gelen şey Sakine olmuştu. Nasıldı, nerdeydi, ardı ardına bu soruları sormuştum Ali'ye. Sakine, hala metropollerdeydi ve kadınlara dönük örgütleme çalışmalarındaydı. Ama o da çok kısa zamanda dağlara gelecekti. Hatta gelmeyi çok fazla dayatıyorsa da arkadaşlar göndermiyorlardı. Ne de olsa oralarda da çalışmalar vardı.
Yurtseverlik düşüncesiyle tanışmış her genç için dağlar, vazgeçilmez bir tutkuydu. Nerede, ne kadar çalışma olursa olsun, dağlara gitmemek, oraların havasını solumamak, kavgayı orada yaşamamak, her insanın yüreğinde koca bir boşluk ve yarımlık duygusu yaratırdı. Bu nedenle Sakine de artık metropollerde kalamamış ve 93 yılında dağlara gelmişti. Ali artık farklı bir alandaydı. Duymuş muydu acaba diye düşünmüştüm. Ama bu tür haberlerin insana çok hızlı ulaştığını da biliyordum. O kadar çok katılan vardı ki ve bu katılan arkadaşlar da kısa sürede o kadar geniş bir alana yayılıyorlardı ki, hemen haber alınabiliyordu. Siz dağlardayken, en mutlu olduğunuz şeylerden biri de sevdiğiniz, herşeyi paylaştığınız arkadaşlarınızla aynı havayı soluduğunuzu bilmektir. İşte bu nedenle en sevindiğiniz şeylerden biri de, tanıdıklarınızın dağlara geldiğini duymanızdır. Hoş tanımadıklarınız da size yabancı değildir ya dağlarda. Kırk yıllık dost gibisinizdir gerillada ilk kez karşılaştığınız yoldaşlarla. Ama yine de birlikte söz verdiğiniz, mücadeleye dair ilkleri yaşadığınız yoldaşlarınızın da dağlarda olduğunu duymanız, hiç görüşmeseniz de çok güzel bir duygudur. Artık Sakine'nin de dağlarda olduğunu duymak, çok güzeldi. Ama görüşmek, ateş başında kararan çaydanlıktan bir çay içmek, hasret gidermek, birbirinden ayrı kalındığı zamanlarda neler yaşandığını anlatmak, gülmek, konuşmak... Bunlar da fazla lüks olmayan istemlerdi ve bugünleri iple çekiyordum. Selamı bir gerilla ulağın sesiyle bana ulaşmıştı ya yeterdi ama onu görmek başka birşey olacaktı. Ne çok şey vardı anlatılmayı bekleyen. Hangisi önce anlatılacaktı, hangisi sonra bunlar bile sıralanıyordu zihnimde.
Tabi mücadele dur durak bilmeden ilerlerken, insanın her dilediğinin de gerçekleşmesi beklenemezdi. Sakine Xezal adıyla Serhat dağlarında bir Ceylan gibi salınırken, Ali ve ben de asi Zagros dağlarının farklı silsilelerindeydik. Dağlar, tam rastlantılar cennetiydi kimi zaman. Ama kimi zaman da beklenen gelmez, istenen olmazdı. Çünkü kıran kırana bir savaşın orta yerindeydik. Nerden bilebilirdik ki, en son dağlara gelenimizin, en önce dağlara ve bize ebediyen veda edeceğini. Hiç dönmemecesine gideceğini, bizi geride acıların orta yerinde bırakacağını. Evet öyle oldu. Sakine 13 Şubat 94'de şehit oldu. Ne o beni, ne de ben onu gerilla kıyafetlerimizle göremedik, hiç dağ başı stranlarını birlikte söylemedik, birlikte halaya durmadık, ateşbaşında konuşmadık. Ama başka yoldaşlarımızla bunları yaparken, o beni ben de onu dahil ettik sohbetlerimize, stranlarımıza, halaylarımıza. Cafer arkadaş da yakınımda değildi artık. Onunla karşılaşmayı, Sakine'ye dair konuşmayı o kadar istiyordum ki. Bu dileğim, tam iki yıl sonra yani 96 yılında Zap alanında gerçekleşti. O zamanların ana karargahında muhabere işleriyle ilgilenen Cafer arkadaşı yıllar sonra gördüğümde ikimiz de çok farklı duygular yaşadık. Uzun uzun Sakine'den söz ettik. Acısını yüzündeki her çizgide okudum Cafer'in. Tüm arkadaşlara beni kardeşi olarak tanıtmıştı. Yakın alanlarda çok fazla kalmadık. Bir keresinde yaralı olduğunu duydum ve onu dağ hastanemizde ziyaret ettim. Yarasının iyileşmesini dört gözle bekliyordu tekrardan birliğine kavuşmak için. Dingin bir su gibi sessiz ama derinlerinde çok şey gizli olan bir insandı. Cafer arkadaşı da 97 yılında Zap alanına dönük olarak yapılan operasyonlar sırasında Güney Kürdistan'a kalıcı olarak yerleşen Türk ordu güçleri ve peşmergelerin ortak olarak kaldığı bir alana yönelik eylem yapılırken, saldırıda kaybettik. Sakine arkadaşın cenazesi ailesi tarafından alınmış, ama Cafer arkadaş Güney Kürdistan topraklarında gömülmüştü. Sakine'nin acısına, kendi acısını da ekleyerek geride bırakmıştı beni. Bu mücadelede erken şehit düşmek, çoğu gerillanın en büyük arzusudur. Eskidikçe, yıllar geçtikçe, acılarınıza yenileri eklenir. Çünkü bu kaybettiğiniz kardeşlerin öyküsü, tanıklık ettiğiniz tek öykü değildir. Nice kardeşin, nice sevdalının, nice baba ve oğulun, yan yana vuruşurken şehit düştüğüne tanıklık edersiniz. Bu nedenle yaşamanın yükü daha da ağırlaşır. Bir de onları yaşatmalısınızdır artık......
Siz hiç doğduğunuz gün bir canciğer arkadaşınızın şahadet haberini aldınız mı? Evet, ben aldım. Sevgili arkadaşım
Sakine'yi yirminci yaş günümde kaybettim. Eskiden de benim için özel bir anlam ifade etmeyen yaş günleri bu olayın ardından daha bir anlamsızlık taşımaya başladı hayatımda. Doğum günümü sevmezdim ama 13 yıldır daha da sevmiyorum. Hiç kutlanacak bir yan da bulmuyorum. Çünkü en yakın arkadaşlarımdan birini o gün kaybettim. 1994 yılının soğuk bir şubat günü buz gibi bir haberle öğrendim... Xezal (Sakine Yaylagül) arkadaş, Kars'ın Digor ilçesinde bir arkadaşla birlikte kahramanca direnerek şehit oldu. O anı kelimelerle anlatmam gerçekten çok güç. Yüreğimin tarifsiz bir acıyla sızlaması hatırımda sadece.
Sakine, hayatıma Kürdistan'dan okumak üzere ayrıldığım ve Edirne'ye gittiğim 89 yılında girdi. O da orada okuyordu. Onu öğrenci eylemlerinde tanıdım. Ama yakın arkadaşlığımız, 90 yılında başladı. Onunla bir pansiyonun aynı odasında kalıyorduk. Her şeyimiz ortaktı. Benden yaşça büyüktü ve daha uzun zamandır ailesinden uzakta yaşıyordu. Bu durum onu gayet güçlü kılmıştı. Bense memleketten ilk kez ayrılmış, bir başına kalmaya cesaret edemeyen bir yapıdaydım. Bu nedenle onu tanır tanımaz, kendimi yanında çok güvende hissetmiştim. Sakine, Malatya'lıydı. Kardeşi Ali Ekber de İstanbul Üniversitesinde öğrenciydi. Ailenin diğer bireyleri de devrimci-sol düşüncelerle içiçe oldukları için aile devlet baskısına maruz kalmıştı. Bu nedenle aileden gelen bir duyarlılıkları vardı. İki kardeş de çok emekçi, arkadaş canlısı, fedakar ve halkçı özelliklere sahiptiler.
Sakine ve ben çoğu kez, hafta sonlarımızı İstanbul'da Ali Ekber ve onun arkadaşlarıyla geçirirdik. Bizi en fazla birbirine bağlayan faktör, o yıllarda öğrenci gençlik içerisinde oldukça yaygınlaşan yurtseverlik düşüncesiydi. Tüm birlikteliklerimizi, bu konuyla ilgili tartışmalar ve geleceğe dönük mücadele hayalleriyle geçirirdik. Ama o zamanlar örgütle direk organik bağlantısı olanlar, polis takipleri ve illegal davranma gerekliliğinden dolayı açık vermemeye gayret ederlerdi. Her birimiz bir diğerinin örgüt bağlantısı olduğunu tahmin ederdik. Ama kimse kimseye bunu yansıtmazdı. İletişimin bu kadar gelişkin olmadığı, insanların bir örgütle ilgili materyallere ulaşmasının bir eylem gibi ele alındığı koşullardı tabi. Hatırlıyorum da, ilk Serxwebun gazetesini 90 yılında elime aldığımda, çantamda bir hazine taşıdığımı hissetmiştim.
Bu dönemlerde öğrenci gençlik içerisinde çok önemli aktiviteler vardı ve öğrenci gençlik dağlara akın akın yöneliyordu. Yurtsever gençlikle ilişkilenen her öğrenci, kendisini böyle bir amaca göre hazırlamaya çalışırdı. Ben, Sakine ve Ali Ekber de o zamanlar ayrı ayrı kanallar üzeri illegal arkadaşlarla ilişkilenmiştik. Ama hiçbirimizin diğerinden haberi yoktu. Birgün temizlik yaparken, evde yasak yayınların herbirinden üçer nüsha olduğunu farkettik. Bu durum çok tehlikeliydi. Evlere baskın olduğunda insanların sorgusuz sualsiz katledildikleri, hele hele ulusal davaya sempati duymanın en büyük suç olduğu bir dönemdi. Bu durum karşısında gençliğin verdiği toyluk ve heyecanla katıla katıla gülmüştük. O günkü ev temizliği hijyen sınırlarının dışına çıkmış ve yasak yayın temizliğine dönüşmüştü. Artık eğitimlerimizi toplu yapıyorduk. Ama kimse kimsenin illegal ilişkisini bilmiyordu.
Grup olarak hepimiz dağlara gitmeye kararlıydık. Sadece Sakine ile Ali Ekber arasında, kimin kimden önce gideceği konusunda bir anlaşmazlık vardı o kadar. Ali evin en küçük ve en sevilen kardeşiydi. Sakine Ali'ye o kadar bağlıydı ki, onun kendisinden önce gitmesine katlanamayacağını düşünüyordu. Ali de aynı duygularla ablasına yaklaşıyordu. Onları bu tartışmalarla başbaşa bıraktım ve 91 sonbaharında, Sakine adını alarak ilk önce ben gittim dağlara. Ama kesinlikle geleceklerini biliyordum. Çok geçmeden, 92 ilkbaharında Ali Ekber de geldi. Benim bulunduğum alana gelmişti. O da adını İstanbul'da polisle girdiği çatışmada şehit olan Koçgiri'nin yiğit evladı Cafer Demirel'den almıştı. Görüştüğümüzde tarifsiz bir sevinç yaşamıştım. Aklıma ilk gelen şey Sakine olmuştu. Nasıldı, nerdeydi, ardı ardına bu soruları sormuştum Ali'ye. Sakine, hala metropollerdeydi ve kadınlara dönük örgütleme çalışmalarındaydı. Ama o da çok kısa zamanda dağlara gelecekti. Hatta gelmeyi çok fazla dayatıyorsa da arkadaşlar göndermiyorlardı. Ne de olsa oralarda da çalışmalar vardı.
Yurtseverlik düşüncesiyle tanışmış her genç için dağlar, vazgeçilmez bir tutkuydu. Nerede, ne kadar çalışma olursa olsun, dağlara gitmemek, oraların havasını solumamak, kavgayı orada yaşamamak, her insanın yüreğinde koca bir boşluk ve yarımlık duygusu yaratırdı. Bu nedenle Sakine de artık metropollerde kalamamış ve 93 yılında dağlara gelmişti. Ali artık farklı bir alandaydı. Duymuş muydu acaba diye düşünmüştüm. Ama bu tür haberlerin insana çok hızlı ulaştığını da biliyordum. O kadar çok katılan vardı ki ve bu katılan arkadaşlar da kısa sürede o kadar geniş bir alana yayılıyorlardı ki, hemen haber alınabiliyordu. Siz dağlardayken, en mutlu olduğunuz şeylerden biri de sevdiğiniz, herşeyi paylaştığınız arkadaşlarınızla aynı havayı soluduğunuzu bilmektir. İşte bu nedenle en sevindiğiniz şeylerden biri de, tanıdıklarınızın dağlara geldiğini duymanızdır. Hoş tanımadıklarınız da size yabancı değildir ya dağlarda. Kırk yıllık dost gibisinizdir gerillada ilk kez karşılaştığınız yoldaşlarla. Ama yine de birlikte söz verdiğiniz, mücadeleye dair ilkleri yaşadığınız yoldaşlarınızın da dağlarda olduğunu duymanız, hiç görüşmeseniz de çok güzel bir duygudur. Artık Sakine'nin de dağlarda olduğunu duymak, çok güzeldi. Ama görüşmek, ateş başında kararan çaydanlıktan bir çay içmek, hasret gidermek, birbirinden ayrı kalındığı zamanlarda neler yaşandığını anlatmak, gülmek, konuşmak... Bunlar da fazla lüks olmayan istemlerdi ve bugünleri iple çekiyordum. Selamı bir gerilla ulağın sesiyle bana ulaşmıştı ya yeterdi ama onu görmek başka birşey olacaktı. Ne çok şey vardı anlatılmayı bekleyen. Hangisi önce anlatılacaktı, hangisi sonra bunlar bile sıralanıyordu zihnimde.
Tabi mücadele dur durak bilmeden ilerlerken, insanın her dilediğinin de gerçekleşmesi beklenemezdi. Sakine Xezal adıyla Serhat dağlarında bir Ceylan gibi salınırken, Ali ve ben de asi Zagros dağlarının farklı silsilelerindeydik. Dağlar, tam rastlantılar cennetiydi kimi zaman. Ama kimi zaman da beklenen gelmez, istenen olmazdı. Çünkü kıran kırana bir savaşın orta yerindeydik. Nerden bilebilirdik ki, en son dağlara gelenimizin, en önce dağlara ve bize ebediyen veda edeceğini. Hiç dönmemecesine gideceğini, bizi geride acıların orta yerinde bırakacağını. Evet öyle oldu. Sakine 13 Şubat 94'de şehit oldu. Ne o beni, ne de ben onu gerilla kıyafetlerimizle göremedik, hiç dağ başı stranlarını birlikte söylemedik, birlikte halaya durmadık, ateşbaşında konuşmadık. Ama başka yoldaşlarımızla bunları yaparken, o beni ben de onu dahil ettik sohbetlerimize, stranlarımıza, halaylarımıza. Cafer arkadaş da yakınımda değildi artık. Onunla karşılaşmayı, Sakine'ye dair konuşmayı o kadar istiyordum ki. Bu dileğim, tam iki yıl sonra yani 96 yılında Zap alanında gerçekleşti. O zamanların ana karargahında muhabere işleriyle ilgilenen Cafer arkadaşı yıllar sonra gördüğümde ikimiz de çok farklı duygular yaşadık. Uzun uzun Sakine'den söz ettik. Acısını yüzündeki her çizgide okudum Cafer'in. Tüm arkadaşlara beni kardeşi olarak tanıtmıştı. Yakın alanlarda çok fazla kalmadık. Bir keresinde yaralı olduğunu duydum ve onu dağ hastanemizde ziyaret ettim. Yarasının iyileşmesini dört gözle bekliyordu tekrardan birliğine kavuşmak için. Dingin bir su gibi sessiz ama derinlerinde çok şey gizli olan bir insandı. Cafer arkadaşı da 97 yılında Zap alanına dönük olarak yapılan operasyonlar sırasında Güney Kürdistan'a kalıcı olarak yerleşen Türk ordu güçleri ve peşmergelerin ortak olarak kaldığı bir alana yönelik eylem yapılırken, saldırıda kaybettik. Sakine arkadaşın cenazesi ailesi tarafından alınmış, ama Cafer arkadaş Güney Kürdistan topraklarında gömülmüştü. Sakine'nin acısına, kendi acısını da ekleyerek geride bırakmıştı beni. Bu mücadelede erken şehit düşmek, çoğu gerillanın en büyük arzusudur. Eskidikçe, yıllar geçtikçe, acılarınıza yenileri eklenir. Çünkü bu kaybettiğiniz kardeşlerin öyküsü, tanıklık ettiğiniz tek öykü değildir. Nice kardeşin, nice sevdalının, nice baba ve oğulun, yan yana vuruşurken şehit düştüğüne tanıklık edersiniz. Bu nedenle yaşamanın yükü daha da ağırlaşır. Bir de onları yaşatmalısınızdır artık......
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder